Ergün ŞİMŞEK
“Bağımsızlık savaşlarının generalleri Fransız Devriminin etkilerini ruhlarında tüm romantizmi ile taşıyorlardı. Halkçılıkları, yanısıra yoksullara kurtuluş vaatleri buradan geliyordu, İkinci ulusal kurtuluş dalgasının yaptığı iş bu ruhu marksizmle sentezlemek olmuştur.”

Latin Amerika Kolomb’un kıtaya ayak bastığı 1492’den günümüze sınıfsal mücadelenin en keskin biçimleriyle kesintisiz süregeldiği bir arena olmuştur. Sahnenin başkaldırı tarafında ilk etapta İspanyol sömürgeciliğine direnişi örgütleyen ve en önemli temsilcileri Rumiñahui ile Tupac Amaru olan yerli önderler vardır. Bağımsız birer ulus devlet olma idealiyle savaştan savaşa at süren “özgürlükçü generaller” kıta tarihine XVIII. Yüzyıl sonlarından itibaren yön vermeye başlar; Jose Marti (Küba), Jose Artigas (Uruguay), Simon Bolivar (Kolombiya, Ekvator, Peru. Venezuela, Bolivya), Antonio Sucre (Bolivya), Solano Lopez (Paraguay) akla ilk gelen isimlerdir. XX. Yüzyıl’a gelindiğinde ise kıtada yeni sömürgeciliğe, emperyalizme karşı direnişlerin ardı ardına filizlendiği, kâh zafer kâh yenilgiyle geçen günler başlar. Bu dönemin ezilenler cephesinde silahlı direniş ve parlamenter mücadele iç içe geçmiş gibidir; Her iki yöntem de ülkeden ülkeye değişen zaman dilimlerinde ve birbirleriyle yer değiştirerek mücadelenin başat aracı konumuna yükselmiştir. Bu mücadele Emiliano Zapata’dan, Sandino, Castro ve Che’ye, Elecier Gaitan’dan Peron ve Allende’ye pek çok lideri yaratacak, her biri tarih sayfalarında yerlerini alacaktır.
Arenanın “imparatorluk” tarafına gelince demokratik toplumun reddi, mutlak bir totalitarizm yönelimi göze çarpar. Ulusal bağımsızlık savaşlarının akabinde kimisi iktidarı özgürlükçü generallerin elinden devralan ve tamamına yakını ordudan gelme liderler, öncenin İspanyol ve Portekiz sömürgeciliklerini aratmayacak sertliktedir. İçlerindeki en ünlü ikisi, Profirio Diaz ile Santa Anna Meksika’ya başkanlık etmişlerdir.
Emperyalizm aşamasında da durum değişmemiştir. Latin Finans-Kapitali daima oligarşik, militarist iktidar formlarından yana tutum almıştır. Batista (Küba), Somoza (Nikaragua), Pinochet (Şili), Trujillo (Dominik), Stroessner (Paraguay) onlarca yıl süren iktidarlarını bütünüyle emperyalizmin yönelimlerine uygun politikalarla geçirmişlerdir. Daha kısa ömürlü askeri diktatörlükler de bu listeye eklendiğinde Latin Amerika’da devlet olgusunun militarist niteliği en kör göze batar hale gelir. Öyle ki “1954’te 20 Latin Amerika devletinin 13’ü askerler tarafından yönetilmekteydi. 1980’de Latin diye adlandırılan Amerika’da yaşayan toplam nüfusun üçte ikisi askeri ve askeri ağırlıklı rejimlere sahip devletlerde yaşıyor[du].[1]”
İster sermayenin isterse halkın temsilcisi olsun, neticede lider kimlikler üzerinden tanımlanan bu tarih dizini, Latin kültürünün kendisi kadar meşhur erkek egemen karakteriyle (caudillismo[2]; machismo[3] vd.) birlikte düşünüldüğünde kıta siyasetinin her iki merkezinde de daima hiyerarşik ve/veya tekçi tarzda örgütlenmelerin bulunduğu algısına varılabilir. Böylesi bir algı, sosyalist sınıf mücadelesinin temel perspektiflerinden olan öncü parti, öncü kadro yaklaşımıyla uyumlu göründüğü ölçüde olağanlaşmış, olağanlaştıkça bir realite halini almıştır. Oysa olguların diyalektik yöntemle irdelenmesi bahsi geçen realitenin üstüne şüphe gölgesini düşürmektedir. Nedir bu şüphe?
Cevabın ipuçları XX. Yüzyılın son çeyreğinden bugüne geçen yaklaşık 50 yıllık süreçte kıtanın toplumsal mücadeleler arenasında yaşanan dönüşümde saklıdır. Dönüşümün ilk sinyalini Brezilya İşçi Partisi (PT) verir. Parti, 1964 askeri darbe idaresinin zayıflamaya başladığı 1980 yılında farklı ideolojik zeminlerdeki sol gruplar, sendikacılar, sosyalist aydınlar ve Kurtuluş Teolojisine bağlı kilise üyelerinin katılımıyla kurulmuş heterojen bir yapıdır. Heterojenliği tekçi bir politik dil sergilemesini önlemiştir. Diğer yandan bileşenlerin uyumsuz addedilmesinden dolayı beklenen ciddi kopuşları ise yaşamamıştır. Aksine 1988 seçimlerinde ülkenin önde gelen şehir ve eyaletlerini kazanarak popülaritesini arttırır. PT’nin “Demokratik Sosyalizm” adını verdiği stratejisi zamanla tüm Latin Amerika ülkelerinde kabul görecek, ezilenleri temsil iddiasındaki parti ve hareketlerin ana yönelimi haline gelecektir.
İkinci sinyal 1990 yılında Nikaragua’da Sandinist hareketin yaşadığı seçim yenilgisinde açığa çıkmıştır. Burada ABD başkanı Ronald Reagan’ın 1981 yılında startını verdiği kontrgerilla savaşının Sandinistleri çok yıpratmış olduğu ileri sürülse dahi yaşanan yenilgi yorgunluktan öte anlamlara sahiptir. Her şeyden evvel, devlet yönetimini devrimle ele geçiren ve sosyalizmi hedefleyen bir öncü parti, kıta tarihinde ilk defa darbeyle değil seçimle, yani burjuvazinin hegemonyasını tanıyarak iktidarı devretmiştir.
Bu meşruluk atfetme eylemi salt devrimcilerin yenilgisine bağlanmamalıdır, bir karşılıklılık söz konusudur. Gerçi Latin finans-kapitali Ekvator, Bolivya, Venezuela, Paraguay’da açıktan destek verdiği darbe girişimleriyle, Kolombiya, Brezilya ve Arjantin’de seçimleri kazanarak iktidara taşıdığı faşizan neoliberal hükümetleriyle geleneksel tutumunu korumuştur. Ancak silahlı savaş yürüten ya da yürütmüş olan halkçı örgütlerin yükselen yeni sivil toplum hareketleriyle kaynaşmasını engelleyemediği için legalleşmelerini kabul etmek zorunda kalmıştır. Bunun belki de en uç örneği Kolombiya’da yaşanmıştır. 1964 yılında kurulan Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri/ Halk Ordusu (FARC/ EP) 1990’lı yıllara gelindiğinde ülkenin üçte birinde hâkim güç konumuna ulaşmıştı. 2008 yılında ikinci komutan Raul Reyes’in öldürülmesiyle tetiklenen ABD destekli hükümet operasyonları, iki güç arasındaki çatışmaları şiddetlendirmiş, nihayetinde Küba’nın arabuluculuğunda gerçekleşen görüşmelerin sonunda 2016 yılında kalıcı barış anlaşması imzalanmıştır. FARC/EP yasallaşma sonrasında Partido Comunes adıyla faaliyetlerini sürdürmektedir.
Geçmişin devrimci örgütleri legalleşmeleriyle eş güdümlü olarak cinsiyet, ekoloji, sosyal adalet, etnik kimlik, mahalli dayanışma gibi toplumsal sorunlardan bir ya da birkaçını merkezine alan sivil toplum örgütleriyle ittifak kanallarını geliştirmeye girişmişlerdir. Aslında gerçekleşen şey genel çerçevesiyle biri diğerinden farklı, özgün demokrasi güçlerinin birleşik siyaset alanının örülmesidir. Uruguay’da Frente Amplio (Geniş Cephe), Bolivya’da Sosyalizm Hareketi, Ekvador’da Pais (Ülke) Hareketi, Şili de Geniş Cephe, Venezuela’da PSUV (Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi), Kolombiya’da Partido Comunes ve diğer Latin Ülkelerinin sol ittifakları bütünüyle heterojen, bütünüyle birer birleşik siyaset örgütlenmesi niteliğindedir.
Şimdi soruya tekrar döndüğümüzde Marksist-Leninist öncü parti teorisinin etkisi altında, tekçi, bir bakıma da şefçil halk örgütlerinin bir anda ya da Brezilya İşçi Partisini emsal alıp tarihsel açıdan oldukça kısa bir zaman içinde çoğul, heterojen birleşik siyaset kurumlarına dönüştüğü cevabını vermek realiteden uzaklaşmak olur. Brezilya İşçi Partisi deneyimi elbette kendisinden esinlenmeler yaratmış, ardılı sayılabilecek hareketleri beslemiştir. Lakin kendisinin de aynı şekilde esinlendiği pratiklerin var olması diyalektiğin gereğidir. -Ki Latin Amerika tarihinde ezilenlerin örgütleri ilk yerli isyanlarından itibaren birleşik siyaset pratiklerini olgunlaşmamış veyahut adı konulmamış formlarda bünyelerinde taşımışlardır-. Sonuçta Marksist-Leninist öncü parti fikri doğru kavrandığı, doğru uygulandığı noktada birleşik siyaset ağını örme pratiğiyle çelişmez, bilakis onu geliştirir.
Durumun istisnaları elbette vardır. Örneğin kıta ülkelerinin komünist partileri Komüntern’in 1929’da sosyal demokrasiyle her türlü işbirliğini reddetme deklarasyonuna uymuşlardır. Yine Komüntern tarafından deklare edilen Faşizme Karşı Birleşik Cephe politikası organik olmayan, kağıt üstü ittifaklar düzeyinde kalmış, bir birleşik siyaset üretme edimine ulaşamamıştır. Latin Komünist partileri II. dünya savaşının ardından yavaşça boy vermeye başlayan “ulusal kurtuluş” hareketlerinin yükselişine direnebildikleri oranda Komüntern’in güdümünde bir tekçilik siyasetini sürdürmüşlerdir. Latin Amerika’da tarih kaprisli olduğu derecede zengindir, Komünist parti pratiklerinin kendi istisnalarını elbette çıkarmıştır.
İstisnaları ve istisnaların istisnalarını bir kenara bırakıp birleşik siyaset pratiklerine dair kıtadan bazı örnekler vermeye dönecek olursak:
Küba 26 Temmuz hareketini birinci sıraya yerleştirebiliriz. Hareketin kurucu kadrolarında ağırlık Marksistlerde olmasına rağmen ABD’nin karşıdevrimci Domuzlar Körfezi çıkarması girişimine dek sosyalizm hedefi ilan edilmemiştir. Devrimci savaş yılları boyunca başlıca şiar, Batista diktatörlüğünü devirmek, herkes için eşit hak ve özgürlükleri sağlayarak güvence altına almak olmuştur. Devrimden sonra da aynı perspektifle ilerlenmiş, Sosyalizm hedefi 17 Nisan 1961 günü Domuzlar Körfezi Çıkarması’nın başladığı saatlerde politik bir hamle olarak ilan edilmiştir. Bu yönüyle Movimiento 26 de Julio Marksist, kadro örgütlenmesine dayalı bir yapıdan ziyade halkçı, silahlı kitle örgütü kimliğini benimsemiştir. Yapısı gereği tüm ittifak olanaklarına açık ve teşvik edici olmuştur. Fidel Castro Kurtuluş Teolojisinin önder isimlerinden Brezilyalı din adamı Frei Betto ile yaptığı röportajın satır aralarında hareketin ittifak yaklaşımını şu cümlelerle ortaya koyar.
“Hiçbir ittifak teorik ilkeler ve kitabi tartışmalar çerçevesinde kurulamazdı. Onun serpilmesi gereken zemin, özgürleştirici uygulamalar alanı olmalıydı; militan Hristiyanlar ve militan Marksistlerin buluşması değil.”[4]
Röportajın ilerleyen bölümlerinde Castro hizipçilik meselesine yönelik açıklamalarda bulunur. Sarf ettiği cümleler aynı zamanda özgürleştirici uygulamalar kavramına da açıklık getirmektedir: “Ancak ben devrimi destekleyen halk kitlelerinin bizim Hareketimizden çok daha büyük, çok daha geniş olduğunu ve hizipçi davranamayacağımızı gayet iyi anlamıştım. Çünkü diyebiliriz ki hareketin oynadığı rolden ötürü, halkın tam desteğine sahiptik ancak hegemonik görüşleri bir kenara koyduk; üstelik, istesek mutlak bir hegemonya kuracak şartlar elimizdeyken. Bizim Küba’da bulunduğumuz şartlarda olsa, kaç kişi, kaç politik lider hegemonya fikrinden vazgeçebilirdi, merak ederim[5]. (…) O halde ben hizipçilik derken, Hareketimizin savaşta ve devrimin zaferinde oynadığı temel rolü, tüm halkın desteğini almış olmasını kastediyorum; yani kendi örgütümüzü ve Hareketimizi kilit rolü oynayan parça olarak ön palan çıkarmaya uğraşabilirdik. Şunu diyebilirdik: Güzel, madem tüm örgütler içinde en güçlüsüyüz, sorumlulukları paylaşmayız, hepsini yalnız biz üstleniriz. Tarihte sayısız defalar yaşandı bu, istisnası neredeyse yoktur. Buna karşın, bizim izlediğimiz yol bu olmadı. Devrimin başarılarının gerisinde, çoğu kez gerçekten doğru, ağırbaşlı ve akılcı çözümlerin yattığını düşünüyorum.”[6]
İkinci sıraya yerleştirdiğimiz FSLN (Frente Sandinista de Liberation Nacional / Sandinist Ulusal Kurtuluş cephesi) 1962 yılında kurulmuştur. Kurucularından biri ve hareketin ilk başkanı olan Carlos Fonseca Amador üniversite zamanlarında Nikaragua Sosyalist Partisi (PSN) üyesidir. Görece barışçıl olan PSN çizgisini 1959’daki Küba ziyaretinden sonra terk eder. Küba devrimi etkisini tüm kıtada göstermeye başlamıştır. Fonseca ve arkadaşları FSLN’yi 26 Temmuz Hareketini esas alarak geniş ittifak anlayışı ve Fokoculuk (Foquismo) stratejisiyle yapılandırma kararı alırlar. Dolayısıyla örgüt, kuruluşundan itibaren heterojendir. Bunun iki kanıtı kilise ile ilişkilerde ve fraksiyonlar sorununda açığa çıkmıştır.
FSLN’nin kilise ile ilişkileri daima iyi olmuştur. Hatta Somoza diktatörlüğünün baskıyı en üst düzeye çıkardığı yıllarda hareket, örgütlenmesini kilise taban cemaatleri vasıtasıyla sürdürmüştür. Fidel Castro Nikaragua devrimi hakkında şu tespitte bulunur: “Sandinist Devrim karakteristik biçimde dindar olan bir halkın eseriydi ve arkasında piskoposluğun kutsaması da vardı. Tarihte ilk kez Hristiyanlar kendi inançlarından aldıkları güçle, papazları tarafından desteklenen bir isyana aktif biçimde katılıyorlardı.”[7]
Fraksiyonlar sorununa gelince, devrimden kısa süre önce 1975-78 aralığında yaşanmıştır. FSLN’den fiili bir kopuş olmamakla birlikte örgüt her biri kendi liderliğine, bağımsız çalışma yöntemine ve faaliyet iradesine sahip üç fraksiyona ayrışır. Fonseca’nın yakın arkadaşı ve kurucu üyelerden Tomas Borge bir ölçüde Maoist ama daha çok fokocu olan sentez devrim anlayışından hiç sapmamıştır. Fraksiyonlar ayrışmasında da “uzun süreli halk savaşı” görüşünün liderliğini sürdürür. İkinci eğilim proletarya vurgusu yapmaktadır. FSLN’nin bir işçi partisine evrilmesi, kent ayaklanmalarının hareketin merkezine, gerilla mücadelesinin tali plana çekilmesi gerektiği görüşündedir. Terceristas yani üçüncü yol grubu, üç fraksiyon arasındaki en heterojen gruptur. Marksistlerden iş insanlarına, sosyal demokratlardan Hristiyan demokratlara geniş bir yelpazede örgütlenmişlerdir. Terceristas bir yandan diğer iki grup arasında arabuluculuk görevini sürdürmüş, diğer yandan Somoza’ya karşı ayaklanmaya dahil edebilmek amacıyla toplumun tüm kesimleriyle ittifak politikası yürütmüştür.
Süreç üçüncü yolcuları haklı çıkartır. Liderleri Daniel Ortega önce üç fraksiyonun 1979 mart ayındaki birlik anlaşmasında FSLN koordinatörlüğünü, temmuz ayında gerçekleşen devrimden sonra da Ulusal Yeniden Yapılanma Hükümetinin koordinatörlüğünü üstlenir. Bu, bir anlamda birleşik siyaset anlayışının başarısıdır.
Değineceğimiz son örnek Şili’de Unidad Popular’ın (Halk Birliği) zaferi ve mağlubiyetidir. Unidad Popular pratiği legal düzlemde gelişen bir süreç olması ve silahlı direniş örgütlerinin legal birliğe ittifak boyutuna varan bir destek sunması noktalarında Küba ve Nikaragua deneyimlerinden ayrışır.
Unidad Popular, Şilili sol partilerin büyük kısmının içinde yer aldığı 1969 yılında kurulan seçim koalisyonunun adıdır. Şili Sosyalist Partisinin Kurucularından olan ve başkanlığını yürüten Salvador Allende birliğin Cumhurbaşkanı adayı olur. Koalisyonun Kuruluş Deklarasyonunda altı partinin imzası vardır. Seçim galibiyetinden sonra Hristiyan Sol ve MAPU Obrero-Campesino’nun katılımıyla bu sayı sekize çıkar. Ayrıca Hristiyan Demokrat Parti gibi sağa eğilimli partilerden MIR (Movimiento de Izquierda Revolucionaria / Devrimci Sol Hareket) gibi Castrocu etkiler taşıyan silahlı direniş hareketlerine geniş bir yelpaze koalisyona dışarıdan destek vermiştir.
Bunca farklı ideolojik yapılanmanın bir potada eritilmesi veya organik hareket yeteneğine kavuşturulması zordur. Unidad Popular özellikle 1973 başlarında Şili’nin sermaye grupları ABD desteğini alarak karşı devrimi örgütleme çalışmalarına hız verdiğinde bu sorunu derinden yaşamıştır. Hristiyan demokratlar kısa süre içinde Şili Milliyetçi Partisi saflarına geçmiş, MIR ile başta Şili Komünist Partisi gelmek üzere koalisyonun bazı üye partileri arasında önemli ihtilaflar gelişmiştir.
MIR, Unidad Popuları popülist, reformist bir siyaset yürütmekle eleştirmesine rağmen hiçbir zaman reformistlik karşısındaki tavrını birliği zedeleyecek noktaya taşımamıştır. Böylesi bir davranışın yaklaşmakta olan darbecilerin işine yarayacağı düşüncesiyle sürekli taviz vermiştir. Nihayetinde MIR lideri Miguel Enriquez darbenin kapıda olduğunu vurgulayarak hükümetin halkı silahlandırması ve darbeye hazırlık yapması için Allende’yi zorlamaya çalışsa da başarılı olamamıştır. Her şeyin yasalar ve parlamento çerçevesinde çözülebileceğine inanan Allende 1973 darbesini öneleyememiştir. Burada MIR darbeye karşı direniş gösteren neredeyse tek örgüttür. Özetle, Şili’nin üç yıllık birleşik siyaset deneyimi başlı başına bir makale konusu olacak dersleri barındırmaktadır.
Bir kez daha soru ve cevabına döndüğümüzde, 1980 Brezilya İşçi Partisi Deneyimin ve XXI. Yüzyıl Latin Amerika sol ittifaklar devrinin yakın geçmişteki kaynakları artık netlik kazanmıştır. Komünternin (Belki Stalinizmin demek daha doğrudur) tekçi çizgisini terk eden yeni bir yapılanma arayışı içindeki genç sosyalistler Castro’ya benzer şekilde ideolojik cevaplarını özgürlükçü generallerinde ya da Sömürgeciliğe karşı direnen büyük yerli önderlerde bulumuşlardır. 1960’ların silahlı direniş örgütlerinin neredeyse hepsi Ulusal Kurtuluş (… de Liberacion Nacional) ibaresini kullanır. Yine neredeyse hepsinde bir ulusal kurtuluş önderine atıf vardır. Çünkü halkların (dikta rejimini yıkmak anlamında) salt sosyal kurtuluşu için savaşılmadığı, diktatörlüğü besleyen yeni sömürgeciliğe, emparyalizmin bağımlılık ilişkilerine karşı da mücadelenin yürütüldüğü retoriğiyle hareket edilmiştir. Farklı bir anlatımla, özgürlükçü generaller dönemiyle benzerlik ilişkisi kurularak perspektif örtüşmesi sağlanmıştır.
Bağımsızlık savaşlarının generalleri Fransız Devriminin etkilerini ruhlarında tüm romantizmi ile taşıyorlardı. Halkçılıkları, yanısıra yoksullara kurtuluş vaatleri buradan geliyordu, İkinci ulusal kurtuluş dalgasının yaptığı iş bu ruhu marksizmle sentezlemek olmuştur. Öyleyse Birleşik siyaset geliştirme anlayışının, özgürlükçü generallerin kimliğinde simgelenen ruhun bir parçası olarak, kıta tarihinde en az 100 yıllık bir birikim meydana getirdiği ve aynı birikimin ürünü olduğu çekinilmeden ifade edilebilir.
Günümüzde silahlı direniş örgütlerinin belirleyiciliğinden bahsedemeyiz. Pek çok nedene sahip olan bu olgu, sosyalizm yolundaki mücadelenin legalitede sıkışması sorununu doğurmuştur. Birleşik siyaset sıkışıklığı hafifletmenin, yeni çözümler üretme çabasında yeni alanlar açmanın en önemli araçlarından biri konumundadır. Kıtada solun başlıca yönelim tarzı noktasına gelmesi bundandır. Ve aynı nedenlerle kıta dışına çıkarak küresel kabule sahip bir pratik olma yolundadır. Evet, emperyalizmin küreselciliğine ulusların salt ulusal ölçekte değil, uluslararsı planda da sıkı bir dayanışma (Birleşik siyaset) ağı kurmasıyla karşılık verilebilir. ,
Burada sözü bu makalenin yazıldığı tarihten bir kaç gün sonrasında takvimlerin Bir Mayıs’ı gösterecek olmasından hareketle ve Perulu Sosyalist Jose Carlos Mariategui’ye ithafen onun 1 Mayıs 1924 tarihli yazısından bir paragrafla noktalamak birleşik siyaset arzumuzun Latin Amerika sosyalizmi bağlamında doğru şekilde özetlenmesi olacaktır:
“ Bir birlik cephesi kurmak, somut bir sorunda, acil bir durumda bir dayanışma tavrı almak demektir. Bu, hareketin bağlı olduğu öğretiyi terk etmesi, hatta herbirinin üstlendiği öncü konumu terk etmesi demek değildir. Proletarya olarak bilinen muazzam büyüklükteki gönüllü ordusunda, eğilimlerin ve ideolojik yönlerin çokluğu kaçınılmazdır. Sözü edilen belli başlı eğilimlerin ve grupların varlığı, kötü değildir. Aksine bu, devrimci sürecin ilerici bir döneminin göstergesidir. Gerekli olan bu grupların ve eğilimlerin, günümüzün somut gerçekliğiyle ilgili olarak anlaşmalarıdır. (…) Silahlarını birbirlerini vurmak için değil, tersine toplumsal düzene, onun kurumlarına, adaletsizlik ve suçlarına karşı kullanmalarıdır.”[8]
29 Nisan 2025
- [1] Latin Amerika’da Askeri Devlet; Alain Rouqıie (1982) ; Alan Yayıncılık (1986); Baskıya Haırlayan: Şirin Tekeli; Sf: 10
- [2] Caudillo: İspanyolca kelime anlamı şef, başkan, reistir. Gündelik dilde bağımsızlık savaşları sonrasında güçlenen bölgesel ordu generallerini tanımlamak amacıyla kullanılmuştır.
- Caudilloculuk ise Britannica sözlüğünde şöyle tanımlanır: “19. yüzyıl Latin Amerika’sında İspanya’dan bağımsızlık savaşlarından sonra ortaya çıkan, güçlü bir adamın liderliğine dayanan bir siyasi-sosyal egemenlik sistemi” (URL:https://www.britannica.com/topic/caudillismo)
- [3] Machismo: Britannica sözlüğünde yapılan açıklama: “maçoluk , Erkekliğe karşı abartılı gurur, güç olarak algılanma. … Genellikle asgari düzeyde sorumluluk duygusu ve sonuçların göz ardı edilmesiyle birleştirilir. Maçolukta, kültürel olarak erkeklikle ilişkilendirilen özelliklerin yüce bir şekilde değerlendirilmesi ve kadınlıkla ilişkilendirilen özelliklerin aşağılanması vardır. Yüzyıllardır Latin Amerika siyasetinde ve toplumunda güçlü bir akım olmuştur. Latin Amerika tarihinde öne çıkan Caudillo’lar (askeri diktatörler), hükümete karşı cesur ve otoriter yaklaşımları ve amaçlarına ulaşmak için şiddete başvurma istekleriyle maçoluğu tipikleştirmişlerdir
- [4] Fidel ve Din; Frei Betto; Ayrıntı Yayınları 2012; Çeviren: Özgül Erman
- [5] Fidel Castro’nun değindiği olgu, Batista karşıtı diğer devrimci ve/veya halkçı örgütlerin çoğuyla bir ittifak protokolünin sağlandığı “Junta de Unidad (Birlik kurulu)” sürecidir. Toplantı tarihi 1958’dir, başka bir deyişle 26 Temmuz Hareketinin Batista kuvvetlerini savunma pozisyonuna ittiği yıl.
- [6] A.g.e; Sf: 195-196
- [7] A.g.e; Sf: 26
- [8] Latin Amerika Marksizmi; Michael Löwy; Belge Yayınları (1983) Sonsöz bölümü.
- Fotoğraf: https://www.laprensani.com/2016/11/26/imagenes/2141247-fidel-castro-en-nicaragua: